Her birimizin içinde kendi yaşadığı sanal bir dünyası vardır, o dünya somut gerçekliğimizde elde edemediğimiz arzularımızı yerine getiriyor ve yaşadığımız gerginliği atmak için bazen ona kaçıyoruz ama psikolojik enerjimizi tüketecek kadar rüyalarımıza dalmadan gerçekliğe dönüyoruz çünkü gerçeklik ve hayal arasındaki ayrım düzeyinde kalmaya çalışıyoruz.
Hayal kurmak hayatımızdan biraz çalsa da eğer belli bir hedefe ulaşmaya odaklıysa sorun değil... Sorun eğer hayal kurmaya bağımlı hale gelirsek, gerçeğe uyum sağlamanın zor olduğu bir noktaya gelmemiz!
Çünkü bir insan sanal dünyasına çok kaçtığında, somut gerçeklikle olan bağı yavaşça azalır, kendisine verilen görevlerdeki başarı düzeyi giderek düşer ve bu öz güvenin azalmasına neden olur, hayal kırıklığı seviyesi artar ve böylece gerçek dünyasında eksiklerini telafi etmek için kaçış oranı artar...
Bu durumunu daha da kötüleştirecek. Tamamen başarısızlık noktasına ulaşana kadar, genellikle korkunç sonuçları olan bir depresyona girer.
Burada, acil tedavi gerektiren aşamaya ulaşmıştır. Tedavi, kişinin gerçek dünyasını çalmaya başlayan rüyalarda boğulmasına neden olan sebeplere göre belirlenir.
Sizinle yıllar önce okuduğum gerçek bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Hikaye 18 yaşındaki bir kızdan bahsediyor, ebeveynlerinin dayattığı zulüm ve baskıyla dolu bir evde yaşıyordu... Çıkışın olmadığı, pencereden dışarı bakmanın olmadığı ve bir sürü “hayır” kelimesiyle dolu bir ev!
Zaman geçtikçe bu kız kaçmaya karar verir ama evden değil, o evin parmaklıkları içinde olan hayatından...
Yaşadığı acı gerçeğin içinde, kendine kurduğu hayallere sığınmaya başladı. Orada olan ve olmayan ebeveynler farkına bile varmadan, o kız yaratığı dünyada epey zaman geçirdi.
Fakat kurduğu hayalleri, gerçek rüyalara dönüşmeye başladı. Yarattıklarını uyku saatlerinde görse de şaşırtıcı bir şey değil, garip olan şey her gece onu ziyaret ettiği rüyalar.
En sonunda, içindeki soruları cevaplamak için bir yol bulmaya karar verdi... Evin dışına geçici olarak kaçma girişimini başardı ve psikoloji alanında uzmanlaşmış birini ziyaret edebildi. Ona başından geçenleri anlattı.
Gündüz hayalinde canlandırdığı genç adamı gece rüyalarında görmeye başladı, bu sırada uyduğunu ve rüyanın ne zaman biteceğini ve uyanacağını biliyordu, onunla yaptığı her görüşmenin sonunda hüzünlü vedanın ardından bir sonraki rüyada buluşmak üzere birbirlerine söz veriyorlardı, rüyaları birbirini tamamlayan bir dizi gibi oldu!
Doktor bir süre şaşkınlık ve sessizlik içinde kaldı, sonra ona ciddi bir psikoloji hastalığının eşiğinde olduğunu söyledi. Başına gelen her şeyi ailesine anlatmalı, aksi takdirde sonuçlar asla iyi olmayacaktı...
Bundan anlıyoruz ki sanrıları, gereksiz aşırılık noktasına getirirsek tehlikeli bir psikoloji hastalığına dönüşebilir.
Sonuçta arzularımız ve ümitlerimiz gaflet ile uyanıklık arasında kalıyor... Çoğu solabilir, diğerleri güven ve sabır veren yoksun küle dönüşebilir ya da uyanışımız, dünyamıza ait olmayan bir boşlukta uçan kuşa dönüşebilir.
Bu kuşu düşmekten korumak için her türlü çabayı gösteriyoruz, düşüncelerimizin gökyüzünde uçarken ona sadece bakıyoruz, yaradana ve sonra kendimize olan inancın ışığıyla, umut içimizde yeniden canlanır ve pembe hayallerimiz yine başlar, böylece ilk başladığımız yolumuza geri dönüyoruz, üzerindeki külleri alıp ve yola devam ediyoruz...